Bir Uzmanı Dinlerken
Sayın Ahmet Vefik Alp, konuşulacak sohbet edilecek bir insan. Samimi bir pervasızlığı da var, o dahi hoş.
TV’deki sohbetini çok sevdim, fakat toplu bir tahlil yapıp özetlemek çok zor. Çok beğendiğim bölümler de var, eleştirmek istediğim yerler de.
“Cami” çok özel bir konu. Burada modernizasyon sarp ve ince bir mesele. Mesela minaredeki dört hilalin dört halifeyi temsil ettiğini söyledi. İyi ama minarede halifenin yeri olur mu? İşte bu gibi noktalarda “fikrî-dinî” yön önem kazanıyor.
Ahmet Vefik Alp, bir terkibe çok faydalı sunuşlar yapabilir olma mizacına sahip. Ama terkibi kurma bahsinde bütünlüğü kurma kararlarını vermede aynı elverişliliğe sahip bulunmayan bir kişiliğe sahipmiş gibi geliyor bana. Anlatması güç, sadece bir giriş yapmaya çalışacağım.
Projenin görünümü renkli bir fanusa benziyor. Üzerine ne işlenmiş olursa olsun, göze çarpan bu. Karşıdan görünen, “ana form”dur; üstündeki renkler, çizgiler, işlemeler değil. Derinlemesine bir sürü katları olacakmış. Ana mesele açısından bunun sıkıntılı tarafları da mevcut. Başkaları bunu “aslolan biziz, onlar müzelik” biçiminde de anlayabilirler; veriliş tarzına göre.
“AKM yıkılmalı, yerine daha alçak bir yapılanma getirilerek Taksim Meydanı denize açılmalı” sözü güzel ve ilgi çekiciydi. Fakat 3. köprüden söz ederken, bir gerçeği unutuyordu: İstanbul 15 milyondan 20 milyona gitme seyrini devam ettirdikçe 3. köprü de 4. köprü de yapılır. Asıl dert, göçün ve yayılıp yoğunlaşmanın devam etmesidir. Bu hal devam ettikçe; ne meydanları, ne yeşili, ne görüntüyü koruyamazsınız. Oy verdiğimiz iktidarlar icraat yaptılar ama bunu yapamadılar. Yani İstanbul’u koruyamadılar. Şimdi bazı şeyler için artık çok geç. Üçüncü köprü ve kuzey tarafındaki havaalanı projeleri, bugün ve yarın için kaçınılmaz durumda.
Sayın Erdoğan, Sayın Alp’in projesinde biraz tadilat istemiş. Bence haklı. “Renkli cam fanus” görüntüsü benim de içime sinmedi. Tesbihin yerine, dijital sayaç kullanmak gibi bir şey.
Peyami Safa sanki bir köşede fısıldıyor: “Burası ne Batı, ne Doğu. Burası Doğu-Batı Sentezi’nin (Doğu-Batı çorbasının değil, sentezinin) diyarı. Ama sentez, tefekkür aklı ve basireti ister. O da bizde yok.” Her gün her saniye bir sınav kaybediyoruz; sınav kaybetmeyi sanki yol olarak seçmişiz.
Haliç var, Boğaz var, Marmara, Karadeniz var. Selâtin camileri var. İstanbul adına bunlarla yetineceğiz biz. İlber Ortaylı, Topkapı’daki bir çeşmeyi Menderes’in yıktırdığını söylüyor hep, ve bana bu bir mizah gibi geliyor. Bir sihirli nefes üflese de o çeşme dirilse ne olacak yani?!
Öncelikli meseleleri ötelemek, onlara bağlı olan meseleler karşısında sizi mizahî bir acze düşürür. Kolay gibi gördüğünüz meseleleri çözemeyişinize kendiniz de şaşarsınız. Bu aczin asıl sebebi olan ötelenmiş ertelenmiş meseleler sizinle adeta oynar. “Kolayı seçtin, kolaysa çöz bakalım!” diye alay eder sizinle. Aktüalite, bir “nafile çabalama” alanına döner. Yama da tutmaz, yoruma da gelmez, bir “yap-boz” çırpınışı gitgide yayılır. Şimdiki halimiz böyle.
Aktüel bir dalgalanma için bir yorum yaparsınız, üç gün sonra şartlar değişebilir. Çünkü o aktüel konumun arka planındaki asıl mesele, “fiilen” değil “fikren” aktüeldir ve bizde fikrî aktüalite alanı çok boştur; daha doğrusu boş tutulmasına alıştırılmışızdır. Onu seslendirseniz bile, pek tanınmaz; aktüel bulunmaz. Hoşa gitmeyebilir. Halbuki fiilî aktüalite fikri aktüalitenin peşinden yürür. Fikren çözülemeyen mesele, fiilen de çözülemez. Atlar arabanın önünde olmalı, arkasında değil.
Bizim temel siyasî (hatta beşerî) zaaflarımızdan biri, suskun kalarak itaat etmek ve fakat kendi kendimize söyleniyormuş gibi yaptığımız ifadesiz eleştirilerle yetinmektir. “Samimi destek, dostane eleştiri” geleneğimiz oluşmamıştır. Fikrî aktüalite alanını boş bırakan çaresizlik bu zaaftan kaynaklanıyor.