Bu yılki 28 Şubat, öncekilere nispetle daha hareketli geçti.
Bunda kuşkusuz 28 Şubat darbe süreci ile ilgili yargının başlattığı
ve büyük ihtimal bir iddianame ve davaya dönüşecek olan soruşturmanın
önemli etkisi var. Sosyal olayları siyah-beyaz resimler çizerek
anlatamayız, gerçeklik her zaman daha karmaşıktır. Son tartışmaların
ardında da farklı amaçlar ve motivasyonların olmuş olması muhtemeldir.
Kendini suçlu hisseden kimileri ya suça bahane bulmak, ya ortak bulmak
ya da tamamen başkasına yıkmak için bazı iddialarda bulunup yeni
argümanlar ortaya atarken, bir kısmı da bu işlere bulaşmamış olmakla
birlikte, hasım gördüğü ya da en azından hoşlanmadığı birilerini 28
Şubat destekçiliği üzerinden tezyif etme gayretine girmiş olabilir. Bu
yıl 28 Şubat'ı tartışan kimilerinin sürecin en büyük mağduru olan Sayın
Fethullah Gülen'i orduyu ve devleti kutsadığından ya da korktuğundan
demokrasi karşıtı darbe destekçisi tavır alabilen birisi gibi
göstermelerinin ardında bu tip maksatların olma ihtimali vardır. Ancak
bu yazının temel amacı bir imkânsızın peşine düşmek ve niyet okumak
değil, bu kişilerin bazı temel iddialarının aslında ne kadar
gerçeklikten uzak olduğunu ortaya koymaktır.
Öncelikle şunu söylemek gerekmektedir: Gülen'in daha öncelerden
başlayarak ama özellikle 28 Şubat sürecinde verdiği mülakatlar onun
şahsı için değil ülkesi için, demokrasinin devamı için, kendisini
sevenler ve onların açtıkları kurumlar için titizlendiğini ve
endişelendiğini göstermektedir. "Korktu" ya da "devleti kutsal gördüğü
için, başta ordu, devlet kurumları ne derse ona uydu ve demokrasiye
karşı tavır aldı" anlamında sözde analiz yapanlar, ne Gülen'in düşünce
ve aksiyon dünyasını hakkı ile incelemişler ne de onun konuşmalarına
objektif ve soğukkanlı bir şekilde bakmayı denemişlerdir. Gülen'in,
devletin güvenlik ve istihbarat güçlerinin ve özellikle de sevenlerinin
gözleri önünde neredeyse tamamen şeffaf geçen hayat serüvenini takip
edenler, onun ne şahsi korku ile ne de devleti kutsama ile uzaktan
yakından bir ilgisinin olmadığını göreceklerdir. Basit mantık oyunları
ile ya da olayları siyah-beyazın dışında farklı alternatiflerin
olabileceğini hesaba katarak anlamak istemeyenlerin yaklaşımı ile
Gülen'in tavırlarını kavramak çok zordur. Gülen'in şahsına ilişkin
korkuları ya da devleti kutsama endişesi olsa idi, en başından itibaren
devletin demokratik olmayan, insan haklarına ve zamanın ruhuna aykırı
tutumlarına da harfiyen uyması gerekirdi. 163 gibi Allah'a, imana dair
kitapları okuyanları bile mahkûm eden bir kanunun rahmetli Turgut Özal
tarafından kaldırılmasından önce bile Gülen, doğru bildiğinden şaşmamış
ve devletin kurumları kendisine ne kadar baskı yaparsa yapsın o
kitapları yazmaya, okumaya devam etmiştir. İdeolojik devlet ya da onu
temsil ettiğini düşünen yönetici ve bürokratlar "eğitimi tamamen bize
bırakın" tavrı gösterirken o, sevenlerine özel okullar açmalarını
tavsiye etmiştir. Aynı şekilde özellikle belli dönemlerde devlet, belli
bir insan tipini makbul vatandaş sayarken, o tüm baskılara rağmen
demokratik hakkını kullanarak insanların kendi çocuklarını dindar olarak
yetiştirmeleri amacı ile sivil alanda gayretli olmaları için
uğraşmıştır. Hem 1971, hem 1980 hem de 28 Şubat 1997 darbelerinde kâh
hapse düşmesi kâh hizmetlerinin aksamaması için 6 yıl gizlenmek zorunda
kalması ve en son olduğu gibi 13 yıldır hâlâ sürgünde olması da bunun
açık birer delilidir. Gülen'in sıklıkla tekrarladığı gibi "devletin,
hukuk düzeninin, asgari bir idarenin olmadığı yerde kaos olur, anarşi
olur, bundan en önce bireyler, hürriyetler, din ve inanç özgürlüğü zarar
görür" diyen herkesi Hobbes'çu anlamda bir otorite âşığı olmakla mahkûm
etmek yerine liberalizmin babası John Locke'un da sivil toplumun ayakta
kalması için bir devletin olması gerektiğini vurguladığını akılda
tutmak gerekmektedir. Bunun, devleti ve yaptıklarını tamamen kutsamak
olmadığı da çok açıktır.
Gülen'in "devrimci" değil de sivil toplumcu ve sosyal evrimci yönü ne
gizlidir ne de ilk defa 28 Şubat sürecinde ortaya çıkmıştır. Gülen,
toplumların tabii halleri ile hukukun üstünlüğü koruyucu şemsiyesi
altında çatışmasız ve barışçıl bir ortamda gelişip dönüşmelerinin daha
sağlıklı olacağını düşünmekte ve bu yüzden de çatışmacı bir dilden ve
gerilimden uzak tavırlar sergilemektedir. 1993'te Uğur Mumcu'nun ve daha
nicelerinin katledilmeleriyle başlayan, Özal'ın ölümü ile hızlanan ve
tabiri caiz ise gümbür gümbür gelen darbe sürecini çok iyi okuyan Gülen,
demokrasi treninin raydan çıkmaması için ve Özal döneminde kazanılan
hak ve özgürlüklerden geri gidilmemesi için gayret göstermiş ve
çatışmanın her tarafına kendi nazik üslubu içerisinde uyarıcı mesajlar
vermiştir. 28 Şubat sürecindeki konuşmalarının bütüncül bir bakışla
analizi kendisinin kimseyi mümkün olduğunca kırmadan ve kışkırtmadan,
demokrasi ve insan haklarının yaşatılması için gerekli uyarılarda
bulunduğunu göstermektedir. Konuşmalarının birkaç cümlesini işlerine
gelecek şekilde seçmece bir tarzda alanlar değil de insafla tümüne
bakanlar net resmi göreceklerdir.
Fethullah Gülen'in 28 Şubat sürecindeki konuşmaları, onun askerin
iktidarı devralması sonucunu verecek ve Türkiye'ye çok ağıra mal olacak
direkt bir darbeyi önlemek için nasıl gayret gösterdiğini ve her kesimi
ikaz ettiğini göstermektedir. Daha 28 Şubat kararları alınmadan, 2 Ocak
1997'de Kanal D'de verdiği röportajda, "Hükümetsizlik ve kargaşa
yaşanmasın, antidemokratik şeyler olmasın bu ülkede... Böyle bir dönemde
bu işin altına askeriye de girse, milli mutabakat hükümeti de girse
ezilir bence. Tecrübesiz insanlar ezilirler bu işin altında ve
Türkiye'ye zarar olur." demiştir.
Bugün nasıl olsa 28 Şubat'ta direkt darbe olmadığı bilgisi ile yola
çıkıp, o zaman sürecin içinde yaşayan insanlara "asker darbe
yapmayacaktı ki, neden kavga etmediniz" demek çok mantıksızdır. Zaman
Gazetesi'nin o dönemki manşetlerine çok kısa bir göz atanların bugün
bile ürpermemesi mümkün değildir. 4 Şubat 1997'de Sincan'da askerlerin
20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yapması, kameralar önünde Başbakan'a
galiz küfreden subaya ses çıkarılamaması, YAŞ tarihinde yaşanan en çok
sayıda subayın atılması olayı hâlâ hafızalardadır.
Dönemi ve hareketi doğru okumak
28 Şubat 1997'de alınan ve o zamanlar Başbakan Yardımcısı Tansu
Çiller'in danışmanlığını yapan Mümtaz'er Türköne'nin 2 Mart 2012'de
Zaman'da yazdığı üzere Başbakan'ın sadece 5 gün direnip imzaladığı ve 13
Mart 1997'de Bakanlar Kurulu'nda 38 dakika süre ile görüşülüp tam bir
mutabakatla Bakanlar Kurulu kararı haline gelen 18 maddelik 28 Şubat
kararlarının ikinci maddesi şudur: "Tarikatlarla bağlantılı özel yurt,
vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak
Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği Millî Eğitim Bakanlığı'na devri
sağlanmalıdır". Bu madde, 28 Şubat'ın Refah-Yol hükümetinin politika ve
söylemleri bahane edilerek en başta 'Hizmet Hareketi'nin ve benzeri
sivil toplumun hedef alındığının en önemli delilidir. En başından beri
'Hareket'in hedefte olduğunu anlamak için Gülen zekâsına sahip olmak da
şart değildir. Bunu dikkatle gözlerden kaçırıp, "Gülen kendisine
dokunulana kadar darbecilerle birlikte hareket etti, ama Refah-Yol
hükümeti 30 Haziran 1997'de istifa ettikten sonra sıra kendisine gelince
darbe karşıtı oldu" diyenler, çok açık bir şekilde çarpıtma
yapmaktadırlar. Gülen'in hükümete, 'darbe olmaması için seçime gidin'
çağrısı yaptığı Kanal D'deki Yalçın Doğan röportajı, bu kararların
Bakanlar Kurulu kararı olmasından çok sonra, 16 Nisan 1997'dedir. Gülen,
kapatılmak istenen Hizmet okulları ile ilgili müthiş bir taktikle
darbecilere, karşı hamle olarak "milletin malını kapatamazsınız,
devralın, yapabilirseniz siz işletin" demiş ama kapatmayı göze alan
darbeciler, devralmaya cesaret edememişlerdir. Gülen, aslında bu
röportajla hükümete de aslında benzer riskli ama cesur bir pro-aktif
hamle önermişti: Çekilin ama ülkeyi seçime götürün. Bu da aslında 27
Nisan'ın da ispatladığı üzere darbecileri en zayıf yerinden vurma
girişimiydi. Yani, Gülen, 27 Nisan 2007'de Erdoğan hükümetinin yapabilip
ihtişamla tarihe geçtiği şeyi, yani darbe girişimine karşı demokratik
meydan okumayı ve erken seçime gitmeyi 10 yıl öncesinde benzer bir
durumda tavsiye etmişti.
Lanse edilmeye çalışıldığının aksine bu röportajda Gülen, darbecileri
arkasına alıp demokrasi karşıtı bir tutum sergilememiştir. "Birileri de
dindarlara karşı baskı yapıyordur ama, bunu yapanlar demokrasi adına
yapıyordur" ve "Birileri suni problem çıkarıyorlar. Bazen belki
laikliğin müdafaası adına bazıları sert davranıyorlar" cümlelerini bu
röportajda söylemiştir ve irtica geliyor çığırtkanlığı yapıp dindarları
ezen darbecilere işaret ettiği açıktır. Yine aynı röportajda hükümeti
"laiklik tehlikede" korkutmacası ile devirmeye çalışan 28 Şubat
darbecilerine karşı hükümetin tarafında durmuş ve, "Ben laikliğin
tehlikede olduğunu, olacağını zannetmiyorum. Çünkü büyük çoğunluk
Türkiye'de halinden memnundur. Laiklik aleyhtarları bir avuç insandan
ibarettir." demiştir. Korktu ve sindi denilen Gülen, o zor zamanlarda
estirilen onca aleyhte fırtınaya rağmen sözünü eğip bükmeden yine aynı
röportajda "Şeriat diye yürüyüş yapıp sesini yükseltmek, laikliğe
küfrederek, demokrasiye küfrederek yürümek kadar saygısızlıktır", "Bazen
konuşacağımız şeyler ve davranışlarımız eğer başkalarını rencide
ediyorsa, bu laikliğin aleyhinde olan, demokrasinin aleyhinde olan için
de söz konusudur, şeriatın aleyhinde olan için de söz konusudur" ve
"Aslında çok imam-hatip liseliye ihtiyaç vardır" diyebilmiştir. MGK'nın
anayasal konumuna işaret etmiş ama Yalçın Doğan'ın MGK kararlarını
alanların içtihatlarında doğru mu yanlış mı olduğu sorusuna, "Bunu biraz
neticesi gösterecek, yani isabet var mı, yok mu?" cevabını vermiştir.
Yani, MGK'nın yaptıklarını "çok doğrudur" deyip onaylamamıştır. Bunu,
her an darbe yapması ihtimal dâhilinde olan ve en başta kendisini hedef
alan demokrasi düşmanı muktedirlere karşı söyleyebilmesi, teslimiyetçi
bir tavır almadığını göstermektedir. Aynı şekilde, bu röportajdaki darbe
karşıtı ve demokrasi destekçisi şu sözleri çok açık ve nettir: "Ancak
demokrasi ile, ancak Türkiye'deki mevcut hayata hâkim bazı kriterlere
saygılı olmakla bu badirenin aşılacağına inanıyorum... Hissi, mantığın,
muhakemenin önüne geçirirsek çok yanlışlıklar yapılabilir. Hele bazı
kimseler kuvveti temsil ediyorlarsa şayet. Genelde kuvvetin temsil
edilmesi de kuvveti aklın, mantığın, muhakemenin önüne çıkarır. Nasıl
olsa kuvvetle bu meseleyi çözüyoruz dedirtir onlara ve bu da Türkiye'de
dengelerin altüst olmasına sebebiyet verebilir."
Gülen'in çok zorlu 28 Şubat sürecindeki aldığı tavır, Türkiye'de
sanki daha önce hiç darbe olmamış, başbakan asılmamış, yüz binler
tutuklanmamış, Diyarbakır'da Kürtler, Mamak'ta ve başka yerlerde
solcu-sağcı demeden Türkler ağır ve insanlık dışı işkenceler görmemiş
gibi rahat koltuklarından analiz yapanlarla, Allah'ın kendisine birer
emaneti olarak gördüğü sevenlerine zarar gelmesin diye kendini ortaya
atanın farkını net olarak ortaya koymaktadır. Hem son yüzyıllık modern
Türkiye tarihinden hem de Gülen'in kritik bir akılla istifade ettiği
İslam tarihinden haberdar olanlar, onun, geçmişte devletin gücünü de
istismar ederek demokrasiyi rafa kaldıran, insan haklarını ayaklar
altına alan ve bunu yine yapacağını manşetlerden deklare eden bir "akla"
karşı, Uhud-Hendek-Hudeybiye aklı ile cevap verdiğini ve amansız
hasımlar karşısında, şerlerinden emin olmak için, gelecek nesilleri
ezdirmeme adına gerilimi düşürme tavrı aldığını ama asla demokrasi
karşıtı bir savrulma yaşamadığını görürler.